Merhaba sevgili okurlar. Geçtiğimiz hafta ülke gündemini çevre ile ilgili iki konu ziyadesiyle meşgul etti. Bunlardan birincisi ülkemizin Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması, ikincisi de atık toplayıcısı kardeşlerimizin ekipmanlarına el konulması durumu. İki konu hakkında da okuduklarım ve duyduklarıma göre çok fazla yanlış anlaşılan nokta var. Bu yüzden bu hafta konumuzu Paris İklim Anlaşması haftaya da atık toplayan emekçilerimiz hakkında alınan bu kararları başlık yapmaya karar verdim. Dilerseniz buyurun Paris hakkında biraz konuşalım.
İlk olarak bu anlaşmanın tarihini irdelememiz gerekmekte. Kyoto Protokolü’nün 2020 yılında sona erecek olması sebebiyle, 2015 yılında Fransa’nın Paris kentinde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 21’inci Taraflar Toplantısı’nda imzaya açılmıştır. Başlıca hedefi Dünya’nın Sanayi Devrimi’nden bu yana ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 2 derece ile sınırlandırmak, mümkün ise 1,5 derecenin altında tutmaktır.
Sözleşmeye taraf 197 ülkenin 191’i Paris Anlaşması’nı onaylamışken, Eritre, Libya, Irak, İran ve Yemen ile birlikte Türkiye anlaşmayı imzalamamış ve anlaşma dışında yer almaktaydı. Ancak 7 Ekim 2021 tarihli Resmi Gazete’de yürürlüğe giren kanun ile Türkiye resmen Paris İklim Anlaşması’nı imzalamış oldu.
Gelelim 1,5 derece ve 2 derece arasındaki o küçücük farka! Bugün hava dünden 10 derece daha sıcak olsa üzerime bir tişört giyerek bu sorunun üstesinden gelebiliyorum ancak dünyamızın yüzey sıcaklığındaki çok küçük değişimler adeta kıyamet benzeri sonuçlara sebep oluyor. Mesela yapılan araştırmalar ortalama yüzey sıcaklığındaki artış 1,5’yi bulduğunda yüzde 100 artması beklenen sel riski 2 derecelik bir ısınmayla yüzde 170’e ulaşıyor. Ayrıca şiddetli kuraklığa maruz kalan insan sayısı 1,5 derecelik bir artışta 350, 2 derecelik bir artışta 410 milyona çakabiliyor. Aşırı sıcak hava dalgaları ise dünya nüfusunun yüzde 9’u yerine 28’ini yani 2,2 milyardan daha fazla insanı etkileyebilmekte.
Paris İklim Anlaşması hakkındaki en büyük yanlış ise anlaşmanın bir takım dayatmaları olduğu düşüncesi. Örneğini vermek gerekirse kamu oyunda anlaşmanın taraf ülkelere belirli bir emisyon azaltım hedefi dayattığı yönünde bir algı var. Bu düşünce tamamen asılsız bir düşünce. İklimi korumak için emisyonların azaltılması ve fosil yakıtların kullanılmaması gerekiyor olsa da taraf ülkeler, ne zaman ve ne kadar sera gazı azaltım taahhüdünde bulunacağına kendileri karar veriyor. Anlaşma ise ülkelerin kendi şartlarına göre hazırladıkları bu beyanları esas alarak ülkeleri her 5 yılda bir bu beyanları iyileştirmeye davet ediyor.
Türkiye olarak bizim verdiğimiz beyan ise aslında bir azaltım taahhüdü değil. Burada bir noktayı iyice irdelemek gerekiyor. 2012 yılında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e sunduğu beyanda ülkemizin sera gazı emisyonunun 430 milyon ton olduğu görülüyor. Bu istatistiğe ve bilimsel verilere göre çizilen tablolar bize eğer hiçbir önlem alınmazsa 2030 yılında toplam emisyonun 1 milyar 175 milyon tona çıkacağını gösteriyor. Ülke olarak bizim anlaşmaya verdiğimiz taahhüt işte bu noktada devreye giriyor ve alınacak önlemlerle bu miktarın 929 milyon tonda tutulacağı belirtiliyor. Yani biz mevcut durumdan bir azaltım sözü vermiyor, artıştan azaltımı beyan ediyoruz.
Peki bu miktar yeterli mi ya da ülke olarak daha fazlasını yapabilir miyiz diye soracak olursanız kendi düşüncemi dile getirerek bu miktarın yeterli olmayacağını ve çok daha fazlasını rahat bir şekilde yapabileceğimizi söyleyebilirim. Eğer uluslararası anlaşmalarla iklim krizlerinin önüne geçmek istiyorsak hem ülkemizin hem de anlaşmadaki diğer ülkelerin taşın altına elini daha fazla sokması gerekiyor. Ne demiş atalarımız: Birlikten kuvvet doğar. Birlikle kalın, hoşça kalın.