Çocukları çiçeklere benzetiyorum. Hepsi kendine özgün, ilgiyle sevgiyle büyüyen güzelleşen varlıklar. Yerlerini sevince coşan, sevmediklerinde yok olan varlıklar. Enes Kara’da bu çiçeklerden biriydi. Yaşasaydı, yaşayabilseydi çiçekler açacaktı, göz kamaştıran, hayranlık uyandıran muhteşem çiçekler. Ama olmadı, Enes’e bahar hiç uğramadan kışa döndü…
Bir damla kan olarak anne rahmine düşer bebek, annesinin rahminde gelişir, büyür ve dünyaya gelmeye hazır olduğunda büyük bir sancıyla hayata merhaba der. Anne karnına düştüğü ilk andan itibaren hisseder annesini, dünyaya gözünü açtığında hiç görmediği annesinin kim olduğunu anlar, tanır. Artık odur onun meleği, dünyaya gelmesine aracılık eden vasisi. Hiçbir çocuk anne ve babasının kim olacağına kendisi karar veremez. Bir çocuk kendi kendine de dünyaya gelmez. Anne ve babası onun dünyaya gelmesine aracılık eder. Bir avlat sahibi olmayı ebeveynler ister. Bu seçimi kendi istekleri dahilinde yaparlar. Enes Kara’da anne ve babasını kendisi seçmedi, nasıl bir evde doğacağına kendisi karar vermedi.
Dünyaya gözlerini açan Enes büyüdü, önce emekledi, sonra yürüdü, sonra koştu. Anne ve babası bu süreçlerde elinden tuttu yanında oldu. Yemek yemeği öğrendi Enes, okula gitti okumayı öğrendi, yazmayı öğrendi, motor becerileri gelişti, sosyal çevresi oldu, arkadaşlarından, öğretmenlerinden, sokaktaki kediden köpekten herkesten bir şeyler öğrendi. Öğrendiklerini biriktirdi ve kendi mantığıyla, aklıyla düşünebilen, kendi kararlarını verebilecek zekâya sahip bir birey oldu. Enes artık uçmaya hazırdı, açtı kanatlarını gökyüzüne. İzin verilse belki en doruk noktalara ulaşacaktı. Engin denizlerin üzerinden uçacaktı, belki buzulların, belki uçsuz bucaksız çöllerin… Ama uçacaktı işte. Yaşadığı deneyimleri, yanlışları doğruları cebine doldurup uçacaktı. Ağır gelenleri atacaktı cebinden kim bilir… Artık hiç kimse bunu bilemeyecek. Çünkü Enes’in uçmasına izin verilmedi, var olan kanatları görülmedi, bilemedi, yaşayamadı ve kalmayı hiç istemediği bir binada yok olup gitti.
Gitti Enes… Gencecik pırıl pırıl bir çocuk. Daha 19 yaşında yaşam heyecanı kaybeden çocuk, gençliğinin baharında gelecek kaygısı yaşayan çocuk, istemediği bir bölümü okumak zorunda kalan, istemediği bir ortamda yaşamak zorunda kalan çocuk gitti. Kendi duygularını anlattığı halde ailesi tarafından duyulmayan Enes, giderken duyulmak istedi, anlaşılmak istedi. Ne yapacağını bilemediğini sık sık yinelediği videosunda, sesini tüm Türkiye’ye duyurup, derdini anlatıp öyle gitti Enes…
Enesin gidişi hepimizin yüreğini yaktı. Hepimiz sarıp sarmalamak istedik onu. “Ah be çocuk yapma” diye tutmak istedik ellerinden, çekip çıkarmak istedik çıkılamaz sandıklarından. Ama Enes gitti… Ancak Enes’in gidişi, Enes gibi binlerce gencin var olduğu gerçeğini bir tokat gibi yüzümüze çarptı. Enes gibi birçok genç var, içimizde bizimle yaşayan. Ailesi tarafından görülmeyen, kararlarına saygı duyulmayan, bir birey olduğunun farkına varılamayan gençler. Sesini duyurmak için çırpınıp, çırpındıkça batan gençler. Enes artık yok, ama Enes’in bu gidişi hepimize çok şey öğretti. Ebeveynler olarak dünyaya gelmesine aracılık ettiğimiz varlıkların düşünebildiğini, karar alabildiğini unutmayalım. Onları çok sevelim, koruyalım, sahiplenelim. Ama kanatları çıktıklarında uçmalarına izin verelim olur mu? Uçmayı öğretelim, düştüğünde nasıl kalkabileceğini anlatalım ama uçmasına engel olmayalım. Bırakalım uçsunlar, bırakalım konsunlar... Bırakalım her mevsimin tadına baksınlar, bırakalım yerlerini sevsinler, çiçekler açsınlar ya da açmasınlar. Tıp okumasınlar mesela, tamirci olsunlar, şoför olsunlar, davulcu olsunlar, zurnacı olsunlar… Ama önce mutlu olsunlar. 19 yaşında hiç birinin yaşam sevinci elinden alınmasın, yaşasınlar…
Canım Enes, bizler sana çok geç kaldık. Gidişin hepimizi çok üzdü, yaşarken seni tanımak elinden tutmak isterdim. Zorunda kaldığın hiçbir şeyin zorunluluğun olmadığını anlatmak isterdim. Baharı uğratamadığımız kısacık ömrün için hepimizi affet…