İki ekmek aldım eve gidiyorum, biri küçük biri daha küçük ve her geçen gün daha da küçülecek iki ekmek… Son günlerde, hatta son aylarda ekonomi dışında bir şey konuşamaz olduk. Yaşanan ekonomik gelişmeler, markette, çarşıda pazarda an be an karşımıza çıkıyor. Sabit geliri olan vatandaşlar artık ne pazara ne de markete yetişebiliyor. Pazar ya da market diyorum çünkü bunların dışında kalan tüm ihtiyaçlar artık lüks olmuş durumda. Hafta sonu gidilmek istenen bir geziye hiç gelmiyorum bile…
Alınmak istenen bir mont, bir kazak ve yahut bir bot… Hoşuna giden bir parfüm, sevdiğin insana yapmak istediğin bir jest, bir mangal partisi, bir konser, tiyatro ya da sinema… Liste o kadar kabarık ki, ne ben yazmakla bitirebilirim ne de sizler okumakla. Hepimizin eşiyle, ailesiyle, arkadaşıyla ve hatta otobüste markette karşılaştığı insanlarla konuştuğu tek şey hayat pahalılığı, alım gücünün düşüklüğü. Ayçiçek yağı ekonomisi diye bir şey var ki hele ona yetişmek ne mümkün “Yağı sen kaça aldın? Ben A marketinde şu fiyata buldum. Birkaç market gezdim en uygunu oydu” ile devam eden cümleler.
Sabit gelirli vatandaşlar, maaşıyla ödemeleri arasında bir aracı görevi görüyor. Maaştan kalan parayla, (tabii kaldıysa) ay sonunu getirmeye çalışıyor. Yaşamak tam olarak mücadeleye dönüşmüş durumda. Etrafıma bakındığımda asık suratlar görüyorum, asık, umutsuz, mutsuz, günü nasıl kurtaracağını düşünen insanlar… Kalabalıklar içinde yalnız kalan insanlar… Geçim sıkıntısı, yaşam amacının önüne geçmiş insanlar. Mutluluğu unutmuş, ek iş kovalayan insanlar, biraz daha kazanabilmek adına uzun olan mesai saatlerine ek yapıp eve yatmadan yatmaya giden insanlar. İstediği arzuladığı hak ettiği gibi yaşayamayan insanlar…
Ne için yaşıyoruz?
Bir kez yaşam hakkı bulduğumuz dünya sürgününde, hak ettiğimiz gibi yaşamak hepimizin hakkı. Kazandığımız parayı, ruhumuza iyi gelen giderler için harcayabilmek bir lüks olmamalı. Ruhumuzun iyiliği için yaptıklarımız aslında dolaylı yoldan toplum ruhuna da şifa olacaktır. Herkes bir yaşam savaşının içinde boğuluyor. Ne doğan güneş, ne şarkı söyleyen kuşlar ne de yeni tomurcuk veren kasımpatıları hak ettiği ilgiyi göremiyor. Yaşayıp gidiyoruz işte… Gün doğuyor, gün batıyor… Mevsimlerden sonbahar. Kalemi en sağlam şairin bile kalemini yetiremediği güzellikleri sunan sonbahar. Dökülmüş yapraklar, sarı ve yeşil tonlarının birbiri içinde kaybolduğu kartpostal görüntüler. Sadece yanından geçiyoruz, bakıp geçiyoruz, göremiyoruz. Kafamız cebimizle o kadar meşgul ki, geçip gidiyoruz. Bir gün diğer günü kovalıyor, güzel olan ne varsa bizden uzak geçip gidiyor. Ama yaşıyoruz işte. Kira ödüyoruz, fatura ödüyoruz, aldığımız evin 10 yıllık kredisini ödüyoruz, çocuklarımızın cebine üç beş kuruş sıkıştırıp kantinden poğaça, tost, meyve suyu almasını sağlıyoruz. Ve bunu yapabildiğimiz için de şükür ediyoruz. Çünkü hep biliyoruz beterin beteri vardır diye…
Beterin beterinin olmadığı, günaydın kelimesinin gerçekten anlam bulduğu, umutlu, mutlu, karamsar ruhumuzun gülüşlerimize engel olmayacağı günler gelmesini diliyorum. Maaşlarımızın sabundan daha hızlı erimediği, Kasımpatıların hakkının verildiği günlere…
Diline sağlık
Gülsün hanım , sizinle aynı duyguları paylaşıyorum kaleminize sağlık.
Ne doğru tespitler ve ne içten hakedilmiş dilekler... Kalemine sağlık...
Harika yorum, harika.. Teşekkürler Gülsün Okumuş Oral