Bu gün cuma; sabahın erken saatleri. Gazete için yazacağım yazının konusunu hiç bir zaman günler öncesinden kestirmedim, kestiremedim de. Bu hafta hangi konuyu yazacağımı bilemem, ta o vakit, o saat gelene kadar. Ama yazarım EvvelAllah, hiç bir zaman ara vermedim. Ta ameliyat olduğum haftaya kadar. Bir o hafta yazamadım.
Yazma işini o an düşünürüm. Belki bunu benim tembelliğime verin, belki de o güne ait yazının kısmetine. Güneş doğmak üzere. Sabah namazı esnasında yağan yağmurun çisesinden sonra karşıdaki binanın saçaklarından odamızı aydınlatan güneşin etkisiyle doğruldum uzandığım yerden.
Kalkıp ‘Bir çay koyayım’ dedim ve mutfağa giderken bir A4 kağıdı dikkatimi çekti, dağınık masamın üzerindeki kitapların arasından. Sarkmış aradan, o beni hep görmüş ama ben onu bu sabaha kadar görmemişim. Elime aldığımda kurşun kalemle yazdığım yazı dikkatimi çekti. Şöyle bir göz gezdirdim. Sonra iyi ki not almışım o yazıyı.
Notu aldığım kitabın adı veya derginin adı da yok kağıtta. Adsız bir şekilde yazıp bırakmışım. Büyük büyük yazmışım, normal yazmalarımdan aldığım bu notu. Hatırlayamıyorum o yazıyı niçin büyük yazdığımı. Belki acelemden yazmış olabilirim. Belki de o sıralarda üzerime çullanan, nefes almamı bile zorlaştıran, hatta vücudumda küçük kabarcıklara bile yol açan o sıkıntı ve stres günlerinin beni sıktığında, beni küçültmek için elinden geldiğini yaptığında, inadına büyük yazmış olabilirim meydan okurcasına.
O zamanlarda çok büyük diye adlandırdığım, şimdi ise o sıkıntıyı kafama taktığım için üzüldüğüm anlarda yazmış olduğuma kanaat getiriyorum. Çünkü; köşesine yazdığım tarihten onu hatırlıyorum. İyi ki tarihini yazmayı unutmamışım.
Bilmiyorum ama bütün bu sıkıntılar içerisinde, okula gittiğim ve öğrencilerimle her şeyi unutmuş olduğum zamanlarda not almışım gibi geliyor bana. Büyük bir ihtimalle okulun kütüphanesinden not almışımdır belki de, iyiki de almışım. Hani derler ya “Alim unutmuşta, kalem unutmamış.”
İşte unutulmayan o A4 kağıdının arka yüzüne yazdığım o satırlar;
Kabil'de kitap satan bir kız sevgilisinin geldiğini gördü, bu sırada babası da yanında duruyordu. Kız sevgilisine "Alman yazar Yorg Daniel'in 'Baban evde mi?' kitabını almaya geldin galiba?" Arkadaşı; "Hayır ben İngiliz yazarı Tomas Munis'in 'Seni nerede görebilirim?' kitabını almaya geldim." Kız; "O kitap yok ama ABD' li yazar, Patrice Olfer' in 'Elma Ağaçlarının Altında' kitabını önerebilirim." Arkadaşı; "Çok güzel! Belçikalı yazar, Jean Barber'in' Beş Dakika Sonra Ararım' kitabını yarın getirebilir misin? Kız; "Memnuniyetle.
-Ayrıca Fransız yazar, Mishel Daniel'in 'Asla Yalnız Bırakmam' kitabını da öneririm."
-Ayrıca Fransız yazar, Mishel Daniel'in 'Asla Yalnız Bırakmam' kitabını da öneririm."
Bu konuşmadan sonra babası; "Bu kadar kitap çok değil mi, hepsini okuyor mu?"
Kız; -"Evet baba, o çok zeki hepsini okuyor."
-"Benim çok güzel ve sevimli kızım öyleyse ona Hollandalı yazar, Frank Martiniz'in "Ben Gerizekalı Değilim" kitabını da öner onu da okusun, hatta kendin de oku.”
-"Benim çok güzel ve sevimli kızım öyleyse ona Hollandalı yazar, Frank Martiniz'in "Ben Gerizekalı Değilim" kitabını da öner onu da okusun, hatta kendin de oku.”
Evet karşımızdaki insanlar, hatta en yakınlarımız bile bizleri hiç bir şeylerden anlamaz zannedebilirler ama herkes her şeyin farkında. Ama söylemeyi âr ederler kendilerine. İnsan dikiş dikerken fazla konuşmaz. Bunu anamdan bilirim. Bazen de biz dikerdik o eski dikiş makinasından söküklerimizi.
Demiş ya hani adam dikiş diken yaşlı teyzeye; “Niye az konuşursun?”
- “Evlat cümle kurmak, yırtık gömleği dikmeye benzer! Düğümü içten atsan tene, dıştan atsan göze batar.” Belki de asıl neden budur.
- “Evlat cümle kurmak, yırtık gömleği dikmeye benzer! Düğümü içten atsan tene, dıştan atsan göze batar.” Belki de asıl neden budur.
Neyse fazla derine dalmayalım. Anlayan anladı zaten demek istediğimi. Son sözü Stefan Zweig söylesin; "Hiçbir arzum yok, yeryüzünde masum kalmak dışında..”
Esen kalın güzel insanlar.
Ellerinize ve kaleminize sağlık hocam ..güzel fikirlerinizi ve bilgilerinizi bizler ile paylaşmayı bekliyoruz ...