Kıymetli okurlarım; bu haftaki yazıma, geçen haftaki yazımın konusu olan, biz kimiz? Başlıklı yazımın ikinci kısmıyla devam edeceğim.
Biz kimiz? Biz sınırları Misak-ı Milli sınırları dışına çıkmış, kabuğuna sığmamış, İslam’ın özellik ve güzelliğiyle hem dışını hem de içini temizlemiş bu gün bile hala o güzelliklerin bütün ihtişamıyla yaşamını sürdürdüğü derli toplu bir medeniyetin sahibiyiz. Lakin bu medeniyetten bu özellik ve güzellikten kabuğuna çekilmiş bir şekilde hayatımızı devam ettiriyoruz. Yaşantımızı bu sınırlar içine sığdırdığımız sığ bir yaşantı halinde devam ettiriyoruz.
Taç Mahal’i görsek deriz ki; ne güzel bir eser yapılmış Hindistan’da. Bu eser Hindistan’ın sembolü deriz. Kime göstersek gösterelim burası İçin “Hindistan” der. Halbuki bu eseri bile Osmanlılar yapmış. Mimarları Osmanlı, tasarlayanları Osmanlı, içindeki hattat yazılarını yazan Osmanlı hattatı, dolayısıyla bu eserler bize mekan olarak bile aslında ne kadar derinliklerde yaşadığımızı gösterir. Oysa bizler bu mekanda derinliğin farkında değiliz. Bizden çok ayrı gördüğümüz bu mekan ve bu mekanlar gibi daha nice eserlerle iç içe olduğumuzun farkında değiliz. Bizi ne kadar ilgilendirdiğini bile hatırlayamıyoruz.
“Kahve” kelimesi batılı dillere Türkçeden geçmedir. Bize de Yemen’den gelmedir. Bu gün batı ‘kahve’ kelimesiyle kelimemizi kullanır. Kıyafetler konusunda aynı, Batılılar; kıyafetlerimizi kendilerine üç yüz elli yıldır moda yapmışlardır. Bu ‘moda’ bize aitmiş. Ne güzel değil mi? Bizler kendi özelliğimizi unutmuş batı kıyafetiyle geziyoruz bir biz değil çoğu ülke bu kıyafetle geziyor. Bizim bir kafa karışıklığımız var, bir an önce bu kafa karışıklığımızı çözmemiz gerekir. Kendini kaybetmiş toplum hiç bir sahada ilerleme yapamaz.
Bizler Allah’ın emirlerinin ahlaklanmış ve bu ahlakı (Allah’ın emirlerini) adet haline getirmiş bir toplumuz. Bu gün hangimizin evine bir misafir gelse, ona ikramda bulunur ona hürmet eder ve adına “tanrı misafiri” adını kullanırız ne güzel değil mi? Bizler bu ahlaklardan bazılarını yavaş yavaş unutmuş ve bireysel yaşamaya önem vermişiz. Batının ayrıştırıcı, bölücü adetlerini hayatımıza uygular hale getirmişiz de farkında değiliz. Batı medeniyeti böler, parçalar. Yalnız İslam medeniyeti birleştirir toplar.
Bilmem hatırladınız mı? Bir önceki yazımda Uludağ’ın adının ‘keşiş dağı’ olduğunu söylemiştim. Okuduğum bir kitapta bana çok ilginç gelmişti umarım size de ilginç gelir. 1930 dan önce Tekirdağ ilimizin adının tarih kitaplarında Tekfur Dağı’ymış. Bizler kendi içimizde bile kaybolmuşuz. Okudukça hayretler içerisinde kalıyoruz. Soy ağacınızın bile 1926’ya kadar indiğini görebiliyoruz. Önceki-önceki yok. Peki bu tıkanmışlığın sebebi ne? Cumhuriyetin ilanı mı? Hayır Tabii ki de. Bu tıkanmışlığımızın sebebi 200 yıl öncesine kadar gider. Tanzimat’ın ilanıyla başlar. 1820’leri bulur. Ta o zamanlarda tevazuyu unutmuşuz. Topkapı Sarayı’na baktığımız zaman, küçük küçük mütevazı evler. Orada sadece bir büyük bir bina vardır. Bu binaya adalet kulesi adını vermişiz. Bizim Fatihimiz, Yavuzumuz, Kanunimiz bu adalet kulesinin altından geçer. Ve aslında şunu ifade eder. “Sizler her ne kadar padişah, sultanda olsanız adalet karşısında herkesle eşitsiniz”. İslam’ın bu güzelliğini ne kadar güzel yaşatmışlar. Mütevazılığın en uç noktasını yaşamışlar. Yemeklerini bile Osmanlı sultanı, Konyalı çiftçi gibi yer sofrasında yermiş. Gerçeği bulanlar hep mütevazı olurlarmış. Bu aynı zamanda alimler içimde geçerlidir. İçi dolu olan adamın ya da kadının dışına mütevazilik akar. Ne mutlu mütevazı olanlara.