Kıymetli okurlarım; geçen haftaki yazımda medeniyet tarihimizi incelediğimizde görüyoruz ki tarihimiz bir 'bir hezerfan medeniyeti' dir. Sizlere hezerfan medeniyet tarihimizden Farabi’nin kişiliğinden bahseden güzel bir olayı anlatmayı uygun gördüm.
Farabi, bizim Türk kökenli filozoflarımızdandır. Kendisi Kazakistanlıdır. Şöhreti dünyada duyuluyor. Mantık biliyor, farklı diller biliyor, felsefe biliyor, kozmoloji biliyor, farklı ilimlerde kendisini yetiştirmiş, Mahir, derinlikli bir alim, filozof düşünür diyorlar. Kim bu adam diye merak ediliyor. Bir rivayette Bağdat’ta geçer olay, yada Şam’da geçtiği rivayet edilir.
Kıymetli okurlarım bizler için olayın nerede geçtiği değil, bizi ilgilendiren kısım Farabi'nin kişiliğidir. Mahirliği ve bilgeliğidir. Bir gün Bağdat’a geldiği duyulur Farabi'nin. Derlerki şu adamın (Farabi'nin) boyunun ölçüsünü alalım. Devrin sultanından izin alınır ve Farabi, devrin sultanının huzuruna çıkartılır. Bir ilim divanına davet edilir.
Farabi, daveti kabul eder. Davet vakti geldiği zaman bugünkü dilimizle düello dediğimiz salonuna gelir. Büyük bir salon, sultan hafif yüksek bir yerde koltuğuna oturur. Sağ ve sol yanlarında ise ilim ve bilim adamları oturmuşlar (Fakihler, dilciler, filozoflar, tarihçiler vb). Kapıdan Farabi girer. Farabi; kara kuru, zayıf bir adam. Farabi öyle zayıf yapılı bir adammış ve aynı zamanda devamlı sırtında bir abayla (çoban kıyafetiyle) gezermiş mütevazi bir hayat yaşarmış. O şekilde salona girer. Salondaki mihmandar; Farabi'ye, hoş geldiniz der. Sonra kısa bir tanıtımını yapar. Sultanın huzurunda. Sonra kendisine ( farabiye) ilmen layık olduğun bir yer nere ise oraya oturtabilirsin derler. Farabi salonun bir başından öbür başına kadar şöyle bir göz dolandırır sonra yavaş yavaş adımlarıyla bir baştan bir başa yürür, sultanın yanına varır. Sultanı yerinden kaldırır ve oraya (sultanın yerine) oturur. Salon bir anda buz tutmuş, herkes bir biri gözüne bakıyorlar, kendi kendilerine bu ne cüret diye içten içe konuşmaya başlamışlar.
Kendi aralarında homurdanmaya başlamışlar. Kim bu küstah adam. Kendisini ne sanıyor. Sultandan bile kendisini üstün sanıyor ve yüksek görüyor. Sultanın adamları hemen kılıçlarına davranırlar bu küstah adama küstahlığının cezasını verelim der gibi. Sultan derki ; bırakın birazdan zaten bu işi kökten çözeriz. Demiş. Birgörelim, bakalım, tartalım, nasılmış diye kendi aralarında şifreli bir dil ile konuşmuşlar. Bu adam toplantıdan sonra rüştünü ispat edemezse kellesini istiyorum der sultan. Farabi aynı lehçe ve aynı şifre ile cevap verir. Sultanım siz merak etmeyiniz, göreceksiniz der. Tekrar herkes bir hayrete düşer, bu adam bu lehçeyi ve bu lehçenin şifresini nereden biliyor diye.
Sonra ilmi münazara başlar. Önce adet olduğu üzere nakli ve akli ilimlerden sormaya başlar. ( fıkıh, tefsir, hadis vb. ) Sorulan bütün sorulara çok çarpıcı cevap verir. Ülemalar derler ki; tamam ulumu nakliyyede belliki çok ilerde bir birikimi olan bir adamsın. Birinci fasıl bitirirler. Sonra ikinci fasıla başlarlar ulumi akliyyeye geçerler. Yani akli ilimlere (felsefe, mantık, kozmoloji ve diğer ilimlere) sorularını sorarlar yine farabiden çok çarpıcı, net ve zekice cevaplar alırlar. Tabi ikinci fasılın sonuna doğru ulemalar birbirleriyle konuşmaya başlamışlar. Sultanın huzurunda mahçup olmuşlar. Yani farabinin boyunun ölçüsünü alamamışlar. Çünkü ne sorsalar net cevaplar vermiş. Sonra bir ara vermişler.
Bu arada bir kaç kişi kendi aralarında toplanmışlar. Yahu bu adam gerçekten çok zeki ve alim bir adam demişler üstelik bilgisi her alanda çok iyi ilim ve bilim sahibi belliki biz bu adamı pek köşeye sıştıramayacağız. Öyle bir şey düşünelim ki, yani nakli ve akli ilimler dışında bir ilim olsun demişler. Bu alanların dışından sorular soralım demişler. O zaman kesin köşeye sıkıştırırız. Tamam demişler. Ne olabilir diye düşünürlerken üçüncü bölüm başlıyor. Biri söz alıyor. Farabi efendi belli sen akli ve nakli ilimlerde iyisin. Gerçekten kendini çok iyi yetiştirmişsin. Peki biz sana farklı bir alanda sorular soralım demişler. Gerçekten alim olup olmadığını şimdi anlarız diyorlar. Farabi buyurun diyor.
Adamlar müzik hakkında ne biliyorsun dediler. Farabi hafif bir tebessüm ediyor ve başlıyor anlatmaya. Makam sistemi budur. Harmoni sistemi budur ,desgah sistemi budur, farklı makamları anlatır farklı makamlar farklı halleri ifade eder der. Ulema topluluğu ise Farabi'yi hayretler içerisinde dinliyor. Tabi farabinin müzik hakkında beş ciltlik "Kitabül müsika el kebir" kitabını yazdığını bilmiyorlar. Farabi o yüzden tebessüm ediyor. Çünkü çok fazla bir birikimi var. Kitabını yazmış zaten artık ulema teslim olmak üzere ne sorsak hepsini cevaplıyor demişler. Ne sorsak diye düşünürken birisi demişki tamam anladık bundada ustasın çok bilgilisin. Pratikte bir müzik çalabilir misin?
Farabi abasının altından bir ney yada kaval çıkartmış. Başlamış üflemeye ilk olarak neşeli bir makam üflemiş. Sonra hüzünlü üflemiş ve daha sonra Farabi başka bir makama geçiyor ve çaldığında makamları adamlar hiç duymamışlar ve bu makamdada herkes uyumuş. Herkesin uyuduğunu gören Farabi tadını tarağını topluyor ve girdiği gibi çıkıp gidiyor ve bir daha Bağdat’a gelmiyor.
Bu hikayenin Farabi için anlatılması manidardır. Onun farklı ilim dallarında kendini yetiştirdiği be bütün bilgileri sentezleyerek bizlere ulaştırması ne güzeldir. Ne mutlu başarılı insanları örnek alanlara.
Çocuklarımıza kahraman olarak bu büyük ustular alimler yeter Eline sağlık çok güzel ve ibretlik bi hikaye
Emeğine yüreğine sağlık hocam. Selametle
Teşekkür ederim. Muhammet amca.
kıymetli hocam bu yazında güzel bir kıssayı nakletmişsin tesekkürler
Bende Teşekkür ederim. Hocam