Haremde bir sabah “2”
‘Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri ‘ACZ’ tutuyor
Bağışlamanı dilerim
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri ‘ACZ’ tutuyor
Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa yanmaya razıyım
Kolaysa affı esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
işe yaramaz katında biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum...
Ahmet Cahit Zarifoğlu’ der bir şiirinde. Aynı duygu içerisindeyim yine bu zifiri gecede. Bir yol bulmak için yine yollara düştük iki kişi, iki arkadaş. Belki de iki kardeş.
Kolaysa affı esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
işe yaramaz katında biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum...
Ahmet Cahit Zarifoğlu’ der bir şiirinde. Aynı duygu içerisindeyim yine bu zifiri gecede. Bir yol bulmak için yine yollara düştük iki kişi, iki arkadaş. Belki de iki kardeş.
Herkeste aynı duygu, aynı his. Dünya korusuna katılmak için insanlık yollarda.
Bu yolun yolcusu olanların gözüne uyku girmez. Çağırır o kutlu çağrı. Çağırmaz olur mu, ülkesinden çağırmıştır ‘O’, onu.
Çöl, kayalık olan içerisinde fazla bir şey yeşermeyen belde, Allah’ın rahmetiyle yeryüzünün kalbine dönüşmüştü. İnsanlık burada atıyordu. İnsanlığın, insanlığını hatırlattığı ‘O’ büyük çağrının ateşi buradan parıldamıştı.
Yatırmazdı adamı. Özlemi her geçen gün artar. ‘Gel artık, sensiz ben yarımım, noksanım’ der gibi, bir hasret kaplar insanı. Sanki o gittiğinde ‘O’ mabet, ‘O’ ev tamamlanacaktı. O ev belki de o kişiyi arıyordu da, kişi kendisini böyle hissediyordu.
İşte böyle bir gece düşülmüştü yollara. Gecenin zifiri karanlığı ortalığı sarmış. Karanlığı bölen Mekke’nin ışıkları. Sanki gece ikiye bölünmüştü. Elektrik lambalarının olduğu kısımdan aşağısı, gündüz gibi, yukarısı ise karanlık. Sesler ise karma karışık. Bir yanda Lebbeyk sesleri, bir yanda heyecanlı heyecanlı ülkesinde geçen hatıraları anlatan insanlar, bir yanda o kutsal koroya kendini kaptırmış insanlar. Arayan insanın, bulabileceği her türlü insan orada.
Yaşı yetmişe dayanmış bir amca, saçlarının dibine kadar ter olmuş. Tekerlekli sandalyede, kahve rengi örtüsü ve diğer kısmı siyah bir feraceyle kapanmış bir kadın. Kadın diyorum. Yüzündeki çizgilerden belli ki bedeli ödenmiş bir hayat yaşamış. Zayıflamış vücudu. Ama aklı sapasağlam. Yaşı belki de doksan civarında. Oğluna yük olduğunun farkında ki tekerlekli sandalyenin ucunda oturmuş. Oğul yorgun, anne düşünceli. Yol uzun ve yokuş. Bedenler yorgun, akıl ise durgun.
Oğulun, omzuna yavaşça vurdum, ‘Biraz da ben taşıyayım anneni’ der gibi. Yaşlı amca yüzüme baktı. Ben ise ‘Birazda ben taşıyayım’ diye işaret ettim. Yaşlı adam içten bir ses tonuyla ‘Şükran’ dedi.
Aldım tekerlekli arabayı sürüyorum Kabe’ye doğru. Önce yaşlı ananın yüzünde tedirginlik, sonra oğlunun gözüne bakan anneyi tatlı bir gülümseme aldı. Oğul da ise yorgunluğa az da olsa kısa bir mola verilmişti. Ananın sesinin fısıltısını duyarım. Yüceler yücesini anar, yaratanı zikreder.
Sonra biraz daha rahat oturur tekerlekli sandalyeye. Bir ara anne İle oğul göz göze geldiler. Bakıştılar, tatlı bir gülümseme attılar birbirlerine ‘Emin ellerdesin’ der gibi. Sonra yokuş bitti. Biraz önce benim dokunduğum el gibi bir el dokundu omzuma. ‘Tamam artık ben dinlendim, emanetimi alayım’ der gibi. Emaneti teslim ettiğimde tatlı bir gülümseme hediye ettiler. Bu hediye ile bizlerde yaratanın huzuruna çıkabilmek için bir bahane bulmuş olduk.
Dostlar yazıma bu hatıra ile son verirken burada, Muhsin Yazıcıoğlu’na da değinmeden olmayacak.
“Zindanmış bu karanlık oda ne gam!
Bana imanımın ışığı yeter.”
Bana imanımın ışığı yeter.”
Bu ışığı bulabilme ümidiyle.
Esen kalın güzel insanlar.
Esen kalın güzel insanlar.