1947 yılı bir Ramazan günü idi. Hiç unutmam Ağustos ayındaydık. Öğle namazında Harem-i Şerif’ten geldim. Soyundum; su dökünüp istirahat edeceğim. Annem seslendi;
“-Oğlum, komşu bakkaldan pirinç alıver. Akşama pilav yapacağım. Namazdan önce sana söylemeyi unutmuşum. Hadi git de pirinç getir… Sesimi çıkarmadım ama çok sıkıldım. İçimden söylendim:
- Be mübarek valide! Bir saat evvel namaza çıkarken sana sordum;
-Anne, ben namaza gidiyorum. Bir isteğiniz var mı?’ dedim.
-Hayır oğlum, salimen git, salimen gel, Allah namazlarını, dualarını kabul eylesin’ diyerek, güzelce beni uğurladın. Şimdi soyundum, su dökünüp, biraz dinleneceğim. Bakkaldan pirinç istiyorsun. Dışarıda sıcak elli derece, müthiş bir sam rüzgârı esiyor…”
Neyse, giyindim, bakkala yollandım. Oturduğumuz Babulmecidi mahallesinde Abdülhadi amca bakkalımızdı. Yaşlı, muhterem bir zat idi.
Abdulhadi Amca’ya vardım. Baktım, kapısının üzerine bir zincir asmış, o zincire tutunmuş, ayakta duruyor. Hem dükkânda bulunduğunu gösteriyor, hem de gelen müşterileri karşılıyor. Yaklaşınca, bir taraftan da şu tesbihe devam ettiğini duydum:
‘Subhanallahi ve’l-hamdulillahi ve lailahe illallahu vallahu ekber…’ Kendisine selam verdim. Selamımı aldıktan sonra ilk sözü şu oldu:
“- İster misin, Allah sana da cennette bir bahçe diksin?”
“- Hayırdır inşallah, Abdulhadi Amca!”
“- Oğlum, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; ‘Cenab-ı Hak: “Bir defa subhanallahi ve’l-hamdulillahi ve lailahe illallahu vallahu ekber diyen kuluma, ben cennette bir ağaç dikerim. Cennete geldiğinde, cemalimle müşerref olacağı, mükafatını alacağı, rahmetimi göreceği gün, bir de bahçesi olacaktır, buyurmuştur.’ diye müjdelemiştir. Gerçi sen bilirsin bunu ya, ben hatırlatmak için söylüyorum. Hele şu Ramazan gününde yapılan tesbihlerin, oğlum, daha çok tesiri oluyor. Gerçi sen hâfızsın, tabii Kur’an-ı Kerim okursun, virdin de vardır. Ama onları bitirince, bu tesbihe devam et; bu tesbih çok faydalıdır. Bir de Efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme salâvatı unutma. Tesellin bu olsun, zikrin de bu olsun, fikrin de bu olsun…”
…Ed-dîn Kaviy…
Oturup dinlenmemi teklif etti. Oturdum.
“- Efendim, valide pirinç istedi.” dedim. Pirinci verdi. O sırada gayri ihtiyarî ağzımdan şu söz çıktı:
“- Bugün biraz sıcak değil mi?” dedim.
“- Na’am, velakin ed-dinu kaviyyun ya veledi… Evet, fakat ey oğlum, din daha kuvvetli…”
Abdulhadi Amca’nın dükkanında duvarda bir tulum asılı. Tulumun içinde su var. Sam rüzgârı esti mi, tulum da, su da soğurdu. Karşısına koymuş, şıp şıp su damlıyor. Akşama içecek. O sözünü hiç unutmam:
“ – Evet, sıcaktır, fakat din ondan daha kuvvetlidir.”
Sıcak diye oruç mu yiyeceğiz, haşa! Ölürüz de yemeyiz. Ölüm vuslatın kapısı, Cenab-ı Hakk’a kavuşmanın ilk kapısıdır. Mü’minin safası ölümden sonra başlar.
Bu “ed-dîn kaviy” kelimesini valideye söyledim. Son gününe kadar sık sık; ”- Oğlum ed-dîn kaviy, Abdulhadi amcan ne dedi? Ed-dîn kaviy oğlum, din daha kuvvetli…”
Dükkanında hep öyle zincire tutunup ayakta dururdu. Zincirin bir de kulpu vardı. Parmaklarını ona geçirir, dururdu. Müşterilerini karşılardı.
Herhalde yorulmamak için zincire tutunurdu. Ama neden ayakta dururdu, bilmem. Belki müşterilerine karşı bir hürmet alâmetiydi. Öyle karşılar, ”- Ehlen ve sehlen, buyurun.” derdi. Güler yüzlü, hayır sözlü bir zat idi. (Ali Ulvi Kurucu /Hatıralar)