Ömür sermayesi mahdut ve sınırlıdır. İnsan da başıboş bırakılmış değildir. İlahi imtihan için bulunduğu bu dünyada insan, kendisine verilmiş olan emaneti zayi etmeden, var oluş hikmetine ve insanlık haysiyetine yaraşır bir hayat yaşamalıdır.
Yaratılış hikmetini idrak edemeyen, maddi ve manevi yapısının inceliklerine, varlığının derinliklerine dalamayan bir insanın; nezih bir hayat sürmesi ve cihandaki kudret akışlarını fazîlet zirvesinden müşâhede edebilmesi imkansızdır.
Yaratılış hakikatine nüfus edebilmek, hayat ve ölümün manasını kavrayabilmekten geçer.
Bu ise ancak ilahi nurun tecelli ettiği akıl ve vicdanların karıdır. Mevlamız bu salih kişiler hakkında ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır;
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner.
Onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.”
(Fussilet, 30)
Bu alemde ahiret endişesini sinesinde taşıyan bir mü’min, daima şu iki durmu ana gündeminde tutarak yaşamaya çalışır;
1. Dosyası kapanıp ilahi mahkemede açılacak geçmiş günlerin endişesi.
Zira Kiramen Katibin meleklerinin mühürledikleri o dosyalarda bir değiştirme ve düzeltme imkanı yoktur.
2. Kaderimizdeki gelecek günlerin kemmiyet ve keyfiyeti, yâni miktarı ve ne gibi tezahürleri beraberinde getireceği.
Mü’minin en mühim düşüncesi, Hakk’ın rızasını nasıl elde edebileceği ve geçmişteki gaflet ve yanlışlarını ne şekilde hasenata tebdil edebileceği olmalıdır.