Allah katında din İslam’dır.
İslam, iman, ibadet, ahlâk ve muamelattan oluşan kaideler bütünüdür. Kur’an’daki manaya ve hadislerdeki yoruma göre iman ile İslam arasında fark vardır. İman dinin kalbe müteallık bâtını ve özü, İslâm ise organlara ait zahir kısmıdır.
Nitekim Allah Teala Kur’an’da şöyle buyurur: “Bedeviler geldiler ve sana: “Biz iman ettik” dediler. Sen onlara de ki: “Hayır siz henüz iman etmediniz, iman kalplerinize yerleşmedi. Ama bari İslam olduk” deyin.”
Ayet, Müslüman olduktan sonra imanın kalbe yerleşip tadına varmak için belli bir sürecin gerekliliğine dikkat çekiyor. Kalpteki şüphelerin, zihindeki istifhamların sona ermesinin imanın bir zevk ve lezzet hâline gelmesine bağlı olduğuna işaret ediyor. Nitekim hadis-i şerifte de Allah Resulü, imanın tadına varabilmeyi üç şarta bağlamaktadır.
1) Allah ve Resul’ünü, Allah ve Resulü dışında her şeyden daha çok sevmek;
2) Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini yine Allah için sevmemek,
3) İmana erdikten sonra, ateşe atılmaktan korkar gibi, küfre düşmekten korkmak.
İmanın temeline marifet ve muhabbet şartını yerleştiren mezhep imamımız Matürudi hazretlerinin ne kadar haklı olduğunu bu hadis-i şerif teyit etmektedir. Allah ve Resul’üne ait bir sevgiyi gönlünde taşımayan; sevgisini ve nefretini Allah sevgisi eksenine oturtamayan kimse, elbette imani bir tada varamaz.
“Tatmak” Arapçada “zevk” kelimesiyle ifade edilmekte: “bulmak” anlamına gelen “vecd” ile birbirine yakın anlamda kullanılmaktadır. Ancak zevk vecdden daha üstündür. Vecd kalpte sevinç ve hüzne dair bir duygu bulmak demektir. Kalpte böyle bir duygunun bulunması, imanın heyecan hâline geldiğinin göstergesidir. Kalpte bulunan bu duygudan haz ve lezzet almak, zevktir. Bu sebeple zevk vecdden daha özel ve daha üstün görülmüştür. Zevk ehli fiilinde vecd ehline iştirak ettiği halde vecd ehli, zevk ehlinin fiiline iştirak edemez. çünkü vecd ehli bulduğu şeyin tam zevk ve tadına varamayabilir.
İman bir bilgi ve ilim olmaktan çok, bir kalbi teslimiyet ve güvendir. Ancak bu kalbî teslimiyetten zevk alabilecek hâle gelmek, hayatı imanın şartlarına göre zevkle yaşamaya, Allah ile ilişkilerde “maiyet” (beraberlik) şuuruna ermeye bağlıdır. Çünkü imanın tadını artıran maiyet şuurudur.
İman zahirden çok bir batın ve kalp işi olduğundan onu zahir organlarla yapılan fiillerden; dille ikrardan ibaret sanmak işin sırrına erememek demektir. Gönül sultanları işin bu tarafı üzerinde çokça dururlar. Nitekim Hz. Mevlânâ: “Namazdan daha mühim ne var?” diye sorarak işi sâdece şeklî ve suri şeylere bağlamak isteyenlere: “Namazdan daha mühim abdest var” diye cevap vermiştir.
Çünkü abdest olmadan namaz olmaz. Mevlana’nın bu cevabında ince bir istihza vardır. Sorulan soruya aynı mantıkla verilen iskat edici bir cevaptır bu. Mevlânâ aynı soruya bir başka seferinde: “Namazdan daha mühim iman var.” cevabını vermiştir.
Doğrusu da öyle değil mi? İman olmadan kılınacak namazın insana ne faydası olabilir ki? Önce iman, sonra ibadet ve taat. O yüzden Allah Resulü bir savaş öncesi Müslüman olmak üzere gelip savaşa katılmak isteyen birinin: “Önce iman edip öyle mi savaşa katılayım, yoksa önce savaşa katılıp sonra mı iman edeyim?” sorusuna: “Önce iman et, sonra savaşa katıl!” diye karşılık vermiştir. Bu hadis-i şerif imanın her şeyden ehem olduğunun delilidir.
İmanın tadına erenin Allah ile ilişkilerinde taat kavramı, insanlarla münasebetinde şefkat değeri taşıdığını bilmek gerek. Bu anlayışla yüreğimize, bileğimize ve her türlü dünyevi dileğimize sâhip olmak. Herhalde bütün mesele burada yatmaktadır. Mesele sadece İslam adıyla kalmakta değil, bu adla imanın tadına varabilmektedir.