İstiğfar, lügatte bir şeyin üzerini örtmek, bir şeyi örtü altında saklamak ve onu örtü altına alıp korumak' anlamlarına gelmektedir. Bundan dolayı savaş esnasında insanın kafasını örtmesi ve düşman darbelerinden koruması için giyilen zırh içinde bu kökten türeyen miğfer kelimesi kullanılmaktadır.
Yine Yüce Allah (C.C.) kendisini, Kur'an'da 'El-Gafur, El-Gafir ve El-Gaffar' olmak üzere bu ismi üç farklı formatta zikretmiştir. Bu isim ise, Allah'ın kulların günahlarını örtmesi ve Allah'ın kulu günahın zararlarından ve karşılıklarından muhafaza etmesi manalarına gelmektedir.
Abdülkadir Geylani Hazretleri tövbe ve istiğfar hakkında buyurur; “Tövbe et, Allah yoluna uymayan fiil ve hareketlerden vazgeç. Aynı zamanda, tövbende de sebat et. Mesele sadece tövbe etmek değildir. Sadece tövbe etmiş olmak, işi halletmez. Asıl mesele, tövbede sebat etmektir. Nitekim bir ağaç dikmekte esas olan da, ağacı dikmek değildir. Asıl mesele, dikilen ağacı büyütmek, meyve verir hale getirmek ve daimi bir surette güzel meyve vermesini temin etmektir.”
İnsanoğlunun -beşeriyet icabı- günah ve kusurlardan tamamen salim kalması düşülemez. Nitekim peygamberler dışında hiçbir insan, mutlak surette masum değildir; az veya çok günah işlemekle karşı karşıyadır. Hatta peygamberler dahi zelle işleyerek beşeri aciziyetler tatmışlardır. Bunun vicdani ıstırabı ile tövbe ve istiğfar hâlinde yaşamışlardır. Böylece ümmetlerine, günaha düştüklerinde nasıl davranmaları gerektiği hususunda numune olmuşlardır.
Mutlak üstünlük ve hatasızlık, yalnızca Cenab-ı Hakk’a aittir. Acziyet, noksanlık ve kusurdan münezzeh olan ve müteal yani idrak ötesi bir mükemmellik sahibi olan, yalnızca Cenab-ı Hak’tır.
Bunun içindir ki bir hadis-i şerifte; “Her insan birçok hatâ yapabilir. Fakat hata yapanların en hayırlısı, çokça tövbe edenlerdir.” buyrulmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 30/4251) Kulun, günahından hattâ gafletinden suçluluk hissetmesi bir irfan, Rabbinden af dilemesi de bir vicdan borcudur.
Her amelde olduğu gibi tövbenin kabulü için de ihlâs, yani samimiyet şarttır. Bunun en büyük alâmeti ise nedamet/pişmanlık ve gözyaşıdır.
Hazret-i Mevlânâ: “Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle dua ve tövbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!” buyurmuştur.
Cenab-ı Hak da ayet-i kerimede: “Ey iman edenler! Samimî bir tövbe ile Allah’a dönün…” (et-Tahrîm, 8) buyurmaktadır. Samimî tövbe hususunda ilk numune, Hazret-i Âdem -aleyhisselam- olmuştur. İşlediği bir zelle dolayısıyla zevcesi Havva Validemizle birlikte Cennet’ten Dünya’ya indirilmişlerdir. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- Serendib’e, Havva Validemiz de Cidde’ye gönderilmiş ve canhıraş bir tövbe içinde kırk sene birbirlerinden uzak, garip, yalnız ve biçare kalmışlardır. Onların bu tövbe ve istiğfarları Nasuh tövbenin ilk misalini teşkil etmiştir.
Tövbe eden düşünmeli ki, nasıl dünyada kendilerinden başka hiçbir insan yokken Hazret-i Âdem ile Havva Validemiz yegâne sığınak, barınak ve dayanak olarak Cenab-ı Hakk’ı bilip O’ndan mağfiret dilemişlerse, bu hâlet-i ruhiye ile ilâhî rahmet kapısına iltica etmek icap eder. Uçsuz bucaksız bir okyanusta tek başına kalan veya karanlık bir ormanda yolunu kaybeden biri nasıl can havliyle; “Aman ya Rabbi, beni kurtar!” derse, Nasuh bir tövbe de böylesine canhıraş bir yakarışla Cenab-ı Hakk’a sığınmayı gerekli kılar.
Yani Rabbimiz, sırf dilde kalan değil, nedamet ateşiyle gönül kandilini yakan, makbul davranışlarla samimiyeti ispat edilen bir tövbe-i istiğfar arzu ediyor. Öyle ki tövbe esnasında ılık gözyaşlarıyla ilâhî rahmet kapısına sığınılmalı, sonrasında ise günah ve kusurlar, bir daha dönülmemek üzere terk edilmelidir.
Ayrıca; “…İyilikler, kötülükleri giderir…” (Hûd, 114) ayet-i kerimesi muktezasınca, salih amelleri artırarak manen temizlenmeye de gayret edilmelidir. İşte bu azim ve gayretle yapılan bir tövbe gerçek tövbedir.
Bu şekilde samimiyeti ispat edilmeyen bir tövbe ise, yine bir başka tövbeye muhtaçtır. Yani dil; “Ya Rabbi, tövbe, beni affet!” derken, kişinin hâl ve davranışları bu söyledikleriyle ahenk teşkil etmiyorsa, aynı günah ve kusurlar işlenmeye devam ediliyorsa, işte bu hâl, Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle “sözün maskarası” olmaktan ibarettir.
Cenab-ı Hak bu hâle düşmekten ikaz sadedinde şöyle buyurmaktadır; “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin! Şüphesiz, Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan), Allah hakkında (O’nun affına güvendirerek) sizi kandırmasın!” (Lokman, 33)]
Abdülkadir Geylani Hazretleri buyurur:
“Tövbe, dinin emrettiği amelleri işlemek suretiyle uzuvlar temizlendikten sonra, kalp ile yapılacak bir ameldir. Tövbe, kalbin amellerindendir. Yani önce şeraitin emrettiği ameller işlenir ve işlenmeye devam edilir. Böylece kişinin uzuvları bu amellerle temizlenmiş olur. Bu arada kalp de günahlardan tövbe eder.” Nasıl ki ibadetlerde kalp ve beden ahengi gerekli ise, tövbe de daha ziyade kalbî bir ameldir. Nitekim hadis-i şeriflerde tövbe şöyle tarif buyrulmuştur:
“Günahtan pişmanlık duymak, tövbedir.” (İbn-i Hanbel, I, 423)
“Tövbe, bir daha dönmemek üzere günahı terk etmektir.” (İbn-i Hanbel, I, 446)
Tövbe; gönülden, içten ve samimiyetle olursa, beden de zaten onun gereğince amel eder. Tövbe edilen günah, hata, kusur, ne varsa, kul onlardan el çeker. Fıtratında mevcut olan fazilet hissi uyanır, işlediği cürümlerin ağırlığını vicdanında hissetmeye başlar. Bu sebeple de bir daha o yanlışa dönmeyi, kendi eliyle kendini ateşe atmak kadar dehşetli bir felâket olarak telakki eder.
Velhâsıl gerçek bir tövbe ve istiğfar; iradesiz dönüş olan ölüm gelmeden evvel, iradeli olarak Allah’a dönmek, O’nun emir ve nehiylerine tam bir teslimiyetle, canı gönülden ram olmaktır.
"...Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir"
(Enfal-33)