“Bİr varmış , Bir yokmuş " İfadesini , masal sanma çünkü ...
O SENSİN...
Dünya; insanların yaşam alanı. Bu dünyada kazanılır, ahiret azığı.
Günlerden 4 nisan. Hava bulutlu. Zar zor nefes alıyordu Sadık. Çünkü sürülmüştü başka bir yere. Havanın bulutlu olmasıyla , sanki dünya üzerine yakılmıştı da altında kalmış. Hayatı durmuş gibi hissediyordu kendisi.
Yeni yere gitmek, yeni insanları tanımak, gittiği yerde nasıl karşılanacak. Alışmak alışmak.
Hep bunların hesabını yaparak, farkında olmadan kaşları çatılmış, sonu belli olmayan bir yolculuğa belliki çıkmıştı.
Nasıl ki bir tohumu, tohum satan satıcıdan alan çiftçi, nereden geldiği belli olmayan, nereye dikileceği, hangi toprakla karşılacağının hesabını yapar mı tohum , bilmem amma, çiftçi bunun hesabını yaparak hareket eder. Tıpkı bunun gibi Sadık’ta kendi içinden bunun hesabını yapıyordu. Belki o tuhumun üzerini sağlam bir taş kaplayacaktı da. Taşın altında çürüyüp gidecekti.
Yada, önceki toprağından iyi bir toprağa kavuşacaktı da kendisini Eken çiftçiye en güzel yemişlerini sunacaktı.
Sadık; sonu belli olmayan bir yolculuk için imzasını atıp, yeni görev yerine başlamıştı. Hep bir tevekkülle eski görev yerinden, yeni görev yerine görevini aksatmadan devam ediyor. İçindeki fırtınaları bastırıp, yeni yüzler tanımanın, aynı vatanın bir başka yerinde vatanın havasını soluyor olmanın , bu vatanı kendisine emanet eden şehidlerini, kendisini yaratana şahid tutarak rahmetle anıyordu.
Görev yerinden evine gece geç saatlerde döner, heyecanla evin kapısını açıp, vermiş olduğu selamla evin içini huzurla doldururdu. Bilirdi Sadık, hiç bir şeyin boş olmadığını, her canlı ve cansız varlığın bir ruhunun olduğunu. Bundan sebeble onun İçin, her şeyin bir anlamı vardı.
Kullanmış olduğu her alet ve edevata bu bilinçle yaklaşır, ağacın dalından düşen yaprağın bile , Allah’ın emriyle düştüğünün farkında olarak yaşantısına devam ederdi.
İbadetlerini iş yerinin yanındaki camide yapmayı hiç ihmal etmezdi. Karşılaştığı herkese selam verir, hal ve hatırlarını sorar, büyükle büyük , küçük ile küçük olurdu.
Artık yavaş yavaş alışmış yeni görevine, insanların bir çoğunu tanımıştı. Bazen iş çıkışı ezanı duyduğunda mahallenin camisine gider, orada ibadetlerini cemaate katılarak eda ederdi. Camide kamet getiren, küçük yaşta olan Yusuf’la hal hatır eder, simsiyah saçlı Yusufun saçlarında ellerini gezdirir sonra da küçük Yusuf’a veda ederdi.
Küçük Yusuf; farklı bir çocuk. Çok zeki, terbiyeli bir çocuktu. Sadık ; bazen Yusufun Gözlerinde mahzunluk ifadesini gördüğünde onunla muhabbet eder. Hal ve hatırını sorar , sonrada camiden ayrılırdı.
Bazen, küçük Yusuf’un mahzunluğu uykusunu kaçırır ve Yusuf ve Yusuf gibi güzel çiçekler, kör bir bahçivana mı emanet ? diye kendi kendine iç geçirir. Kendisiyle konuşurdu.
Bir gün fırsatını bulduğunda Sadık; Yusuf’u yanına çağırır. Konuşmaya başlarlar. Yusuf’ta Sadık gibi, sürgün edilmişti. Ama Yusufun sürgünü farklıymış, Yusuf, hem vatanından hemde çok sevdiği babasını doğup büyüdüğü vatanına Babasını şehid vererek gelmiş. Güzel ülkemize. Sonra ülkesinden babasını ve hayallerini bırakarak, bir zamanlar ,tüm dünyaya liderlik ve hamilik yapan ülkemize sığınan toplulukla sığınmışlar. Bütün bunları dikkatle dinleyen Sadık; Yusuf’un neden uzaklara çok uzaklara baktığının ve bu uzaklara bakarken neden gözlerinin nemlendiğinin farkına varmıştı.
Günler haftaları kovaladı, haftalar ayları. Bir ara Yusuf’un ,nemli gözlerleriyle birisini aradığının farkına vardı Sadık. Ne zamanki göz göze geldiler. Yusuf bir anda koşmaya ve Sadığın belinden sımsıkı tutarak , başını da sadığın pantolonu tutan kemerine yaslandığının farkına vardı. Hıçkırıklarla göğsü bir kalkıp bir bir iniyordu. Sadık ise Yusuf’un ağlayan göz yaşlarını , başparmaklarıyla silerek, boyu hizasına kadar eğildi. Sonra da Sadık Yusuf’a. Ne oldu Yusuf’um. Kederlenmek, ağlamak sana yakışmıyor dediğinde. Güzel ülkemizin başka bir iline aileleriyle birlikte göç edeceğini söyledi. Bu vedayı Sadıkla paylaşan Yusuf’un gözlerinden sıcacık yaşlar akmaya başlıyor. Bu vedayı duyan ; Sadık ise Yusuf’un göç edişine çok üzülmüştü ama Yusuf’a “ üzülme hayat bir göç yeri evladım. Görmez misin saniyeler, dakikalar , saatler , günler, aylar , yıllar göç ediyor. Yer değiştirmek , göçmek hayatın bir gerçeği” diye teselli etti. Sonra bir ara Sadık, Yusuf’un cebine bir kağıt sıkıştırdı. Kağıtta Sadığın telefon numarası yazılıydı. Gece geç vakitlerde Yusuf’u yolcu etti Sadık.
Sadık; Artık Yusufsuz günler geçiriyordu.
Nice insanlar hayattan ya kopuyor ya koparılıyor, yada göç ediyorlardı.
Sonra yıllar geçti. Bir ara akşam geç vakitlerde Sadığın telefonu çalmıştı. Telefonda kayıtlı olayan bir numara ekranda görünüyordu. Telefonu açtığında Sadık, bir anda karşısındakinin Yusuf olduğunu farketti. Yusuf’u sesinden tanımıştı. Yusuf merakla tanıdın mı hocam beni ? dediğinde Sadık. Tanımazmıyım sen benim küçük Yusufumsun. Dedi. Epey bi hasretlikten sonra ,veda alemi olan bu fani dünyadan , telefonla da iki yürek vedalaştılar.
Sonra sadık usulca kendi kendine , kendi içine fısıldadı.
“Yorulmadan yoğrulmuyor insan”.
Vay çok güzel emeği geçenlerden Allah razı olsun...