Cenâb-ı Hak bazı vakitleri, günleri, ayları diğerlerine faziletli kıldı. Bu da büyük bir lütuf. Ta ki kullar bu vakitlerde Cenab-ı Hakk’a ilticâ etsinler, O’na yaklaşsınlar, O’nun sonsuz rızâsına nâil olsunlar.
Halk arasında “üç aylar” diye zikredilen bereketli mevsime girdik.
Ramazan-ı Şerif çok kıymetli, çok müstesnâ, Kur’an ile müşerref ve müseccel bir zirve ay .
Ona hazırlık mâhiyetinde Receb-i Şerîf, Regâib ve Mîrâc ile müzeyyen.
Şâban-ı Şerîf ise Peygamber Efendimiz’in Ramazan’dan sonra en çok oruç tuttukları, Beraat Kandili’yle bize mübârek bir ay da ikram edilmiştir.
İşte bunlar, kıymetini bilenler için büyük bir bereket sermayesi.
Bunun şuurunda olmamız arzu ediliyor.
Rahmet ve bereket mevsimine giriyoruz.
Bu rahmet ve bereket, hayatımızın her safhasına yaygınlaşacak, bir ganimet bilinecek, gayret edilecek, kalben uyanık olunacak, rûhen şevk dolu ve bedenen zinde olmanın gayreti içinde olunacak.
Bu ayda en çok korunacağımız en mühim zarar ve şer; “gıybet”tir.
Yani orucu tutarken dilimize de tutturmak.
Üç ayda her an dilimize de tutturacağız.
Bilhassa Üç aylarda ona daha çok alıştıracağız ki, sonra da devam edelim.
İslâm’ı yaşayan bir müslüman, zâhirî haramları çirkin görür.
Meselâ bir hınzır etinden/domuz etinden ve içkiden tiksinir.
Lâkin dînin güzel ahlâk ve muâmelât safhasında derinleşmeyen gâfil insanlar, bâtınî haramlara aynı ehemmiyeti vermezler.
Hâlbuki bâtınî haramların çirkinliği, zâhirî haramlardan aşağı değildir.
Zâhirî bir haram olan domuz etini bir insan yese, vebâli kendine aittir. Rûhâniyeti gider ve bir de vebâli kendine âittir.
Fakat bâtınî bir haram olan gıybeti/dedikoduyu işlediği zaman, ortaya kul hakkı çıkar, helâlleşmesi îcâb eder.
Helâlleşme olmadığı takdirde, o da kıyamete kalır. O da gıybet edilene karşı kul hakkı…
Gıybet eden kişi, ancak sevaplarından verir ve iflâs eder.
Sevapları biterse karşısındakinin günahlarını alır. Bu bakımdan gıybet, kardeşliğe bir zehir serpmeden ibarettir.
Çeşitli meslek erbapları zaman zaman seminerler yaparlar. Daha öteye gitmek için, ticârî imkânlarını artırmak için. Her işlerini kenara bırakırlar.
Kendileri bu, meslekleri üzerine ihtisas kesbetmek için zaman ayırırlar.
Sporcular ise mühim bir müsâbakadan evvel, kamp tertip edilir ve kendilerine ihtilâttan men kararı alırlar.
Böylece kuvvet ve gayretlerinin teksif olması için, alâkalarını dışarıdan keserler.
Ebediyet yolcusu olan mü’minler de ibadet hayatları için böyle zaman dilimlerine ihtiyaç duyarlar.
Mübârek zamanlar, heyecanları tazeler. Îmânî heyecanlar tazelenir. İştiyak artar. Cemiyette, toplumda meydana gelen müşterek hissiyat ile kulluk hayatını da yeniden bir intizâma sokarlar.
Rabbimiz bizlerden sadece bu üç aylarda değil, her zaman kulluk istemekte.
Lâkin kullarına böyle mânevî kamp ve teksif zamanları lûtfederek onların bütün hayatlarını takvâ şuuru içinde geçmesine Cenâb-ı Hak vesîle eyler -inşâallah-.
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:
“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar. Hacca gidenler, Kâbe’nin sahibini arasınlar. Kâbe’nin sahibini bulurlarsa Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”
Yani bu üç ayları, bilhassa Ramazân-ı Şerîf’i idrâk edenler, bunu ikram eden Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişirlerse, onlara yaşadıkları her zaman dilimi, Ramazân-ı Şerîf gibi rahmet ve bereket hâline gelir.